
Toprağı kazmaya devam ediyorduk ki; bir anda parlayan bir şey dikkatimizi çekti. Yavaşça kazdık, kazdık ve sonunda tamamen ortaya çıktı. Hepimiz heyecan içinde ona bakıyorduk. Bir yüzüktü bu, yeşil taşlı bir yüzük. Milattan önce sekiz yüz on yıllarından kalma olduğunu tahmin ettiğimiz bir yüzük… Onu önce elime ben aldım. Gözlerimi ondan ayıramıyordum. Benden sonra yanımdaki arkadaşım aldı eline ve parmağına taktı. Hali tavrı, davranışları, konuşması değişmeye başlamıştı sanki. O yüzüğü parmağına taktıktan sonra, ne olduysa olmuş, ukala ve kendini beğenmiş davranışlar sergilemeye başlamıştı. Sıradan biriydi. Gözlerinde kalın gözlükleri, her zaman atkuyruğu şeklinde topladığı kıvırcık saçlarıyla, fazla güzel olduğu da söylenemezdi. Ama birden bire bakışları bile değişmişti. “Dünyanın en güzel kadını benim!” gibi bir ifade yerleşmişti suratına. Gün boyunca kazı işlemlerine devam ettiğimiz halde, çadıra döndüğümüzde elimizde yalnızca bu yüzük vardı. Yeşil taşlı tek bir yüzük…
On kişilik bir ekiptik, dört kız altı erkek. İki senedir birlikte arkeolojik kazı çalışmaları yapıyorduk. Şu anda da bu çalışmaları Van’da sürdürüyorduk. Bu bölgede şu ana kadar, Urartulara ait olduğunu sandığımız birkaç bulguya rastlamıştık. Bu yüzüğün de Urartulara ait olduğunu düşünüyorduk. Ekipte yer alan arkadaşlarımızdan birisi, Arkeoloji Tarihi konusunda uzmandı ve anlatmaya başladı:
“ Urartular M.Ö. 860 yıllarında kurulmuş olup, M.S 580 yılında Medler ve İskitler tarafından uygarlıklarına son verilmiştir. Urartuların başkenti Tuşpa’ydı. Biliyorsunuz Tuşpa, Van gölü kıyısının bir kayalığında kurulmuştu.”
Anlatmaya devam ediyordu ki; kendini bilmez bir arkadaşımızın;
“ Bu anlattıklarını biz de biliyoruz, arkeoloji derslerini boşuna almadık, öyle değil mi? ” çıkışıyla, sustu ve kıpkırmızı kesildi. Belli ki utanmıştı. Oysa o anda utanması gereken, o sert ve gereksiz çıkışı yapan Rıfat’tı. Onun dışında hepimiz, merakla dinliyorduk anlatacaklarını. Rıfat’a sert bir bakış fırlattık sözbirliği etmişçesine ve anlatmaya devam etmesini rica ettik, tarihçi arkadaşımız Haldun’dan.
Sözüne kaldığı yerden devam etti.
“ M.Ö. 8.yy ortalarında, Urartu’nun etki alanı Suriye’ye doğru genişlemeye başlamıştı. Kral II. Sardur, Geç Hitit beyliklerinden bazılarıyla bir koalisyon kurup, Asur egemenliğine karşı harekete geçti. Ancak Asurlular M.Ö. 743 yıllarında, Adıyaman – Gölbaşı yöresinde Urartu – Geç Hitit koalisyonunu yenerek Tuşpa’yı kuşatınca, Urartu egemenliğine büyük bir darbe vuruldu. Aynı dönemde de, kuzeyden göçebe Kimmerler’in saldırıları başlamıştı. Bu nedenlerle Urartular, M.Ö. 8. yüzyıl sonlarında Van gölü yöresine çekilmek zorunda kaldılar. Daha sonra II. Argişti ve II. Rusa dönemlerinde, yeniden kimi merkezler kuruldu. Ne var ki, Urartu devletinin gerilemesi durdurulamadı ve M.Ö. 612 yılında Asur İmparatorluğunun yıkılışını izleyen on yıl içersinde, Urartu devletine Medler ve İskitler tarafından son verildi. Urartuların en önemli çalışmaları bayındırlık alanında olmuştur. Bunun sebebi de; sarp kayalarla dolu olan bölgenin; sağlam kalelerin, şehirlerin yapılmasını hızlandırdığı şeklinde yorumlanabilir. Urartu devletinde her türlü alt yapı hizmeti devlet tarafından planlanmış, sulamaya da özel bir önem verilmişti. Urartu dini çok tanrılıydı. En önemli tanrıları Haldi (Savaş Tanrısı), Teişeba (Fırtına Tanrısı – Hititlerde Teşup) ve Şivini (Güneş Tanrısı) idi. Urartular bu tanrılara, açık hava kutsal alanları yanı sıra, kendilerine özgü büyük bir kompleks oluşturan tapınaklarda da törenler düzenlerlerdi. Bu tapınakların en ilginç özelliği, tanrı heykelinin durduğu kare planlı yüksek kuledir. Neyse arkadaşlar, bu kadar bilgi yeter, içimizde sıkılanlar olabilir diye düşünüyorum ” dedi imalı bir şekilde.
“ Evet” dedi Mehmet; “ben sıkıldım, uyuyalım artık! ”
Gerçekten hepimiz çok yorulmuştuk. Bu yatıp uyuma fikrine, hiç kimse karşı çıkmadı.
Yatağıma uzandığımda, çok yorgun olduğum halde uykuya dalamamıştım bir türlü. Düşünüyordum. Kazı işi; mistik, ürpertici bir uğraştı. İnsanın, korkuyla cesaret arasında gidip geldiği bir uğraş. O gizemli nesneleri ele geçirmek, aynı zamanda heyecan yüklü bir keyifti. Sanki biraz hafiye olmayı gerektirdiği bile söylenebilirdi. Kazdığın zaman karşına; fosiller, tabletler ve daha niceleri çıkar. Tüm bunları bulup, ortaya çıkarmanın; bir anlamda geçmiş medeniyetlere ışık tutmak demek olduğunu fark edersin. Garip bir gurur ruhunu okşar, milletine, dünyaya yararlı olduğunu hissedersin. Geçmişe ışık tuttuğunu bilmek, manevi bir huzura kavuşturur seni. Yok olan kavimler, devletler sanki seninle birlikte hayat bulmuştur yeniden. O anda bulduğun nesne her ne ise, sen de onun bir parçası olursun, bulguların üstüne yenileri eklendikçe, sen de büyür, çoğalırsın. Güzel bir iştir kısacası kazımak, geçmiş medeniyetlere ulaşmak, o tarihte yaşamak ve yaşayabilmek…
Ertesi gün kazı yerine vardığımızda, sanki dün kazdığımız yer burası değil gibiydi. Son olarak kazdığımız o yeri, tekrar bulmaya çalışırken, gölün kenarına çok yaklaşmıştık. Sanki bir gün önce buralarda toprağı kazıyıp duran bizler değilmişiz gibi konuşmalar geçmeye başlamıştı aramızda. Dikkatli bir şekilde inceleyince anladık ki, kazı yerimiz tam burasıydı. Tarihçi arkadaşımız Haldun;
“ Arkadaşlar! Farkındaysanız gölün kenarındayız ve tam burada yaptığımız kazı sonucunda dün bir yüzük bulduk. Aslında bu, bizim için önemli bir bilgi kaynağı olabilir.” sözleriyle, kendi aramızda, her kafadan çıkan sesi bastırdı bir anda.
“ Nasıl? ” diye sordum.
“ Şöyle ki; ” diye yanıtladı. “ Urartuların haricinde, burada yaşayan başka medeniyetler de olduğu biliniyor, Asurlular gibi örneğin. Bu da demek oluyor ki; bu gölün kenarında daha pek çok bulguya, tablete ve birtakım eşyalara ulaşabiliriz. Daha dikkatli çalışalım diyorum. “.
Hepimiz başımızı sallayarak onay verdik. On saatlik bir kazıma işleminden sonra o gün, çok enteresan bulgulara ulaştık. Kazı sonucunda ortaya; gümüş kupalar, madalyonlar, küpeler, boncuklar, süs iğneleri ve çeşitli takılar çıkmıştı. Bunları bulup ortaya çıkartınca çok heyecanlanmıştık, bu aynı zamanda başka bulgulara da rastlayacağımızı gösteriyordu. O gün çadırımıza giderken düşündüğümüz tek şey vardı; Urartu medeniyeti ve bu eşyalar…
Akşam yemeği için çadırın önünde toplandığımızda, Nurgül’ün giyim tarzında bir değişiklik olduğunu fark ettik. ”Oh be! İşte normali buydu zaten!” diye aramızda konuştuk hatta. Nurgül’ün üzerinde mavi askılı bir spor elbise vardı. İnanılmayacak kadar çekici görünüyordu. Gözlüklerini çıkarmış, siyahımsı gözlerine sürdüğü mavi far, gözlerini daha da belirginleştirmişti. Simsiyah saçlarını ilk defa omuzlarına serbestçe salıvermişti. Gruptaki bütün erkeklerin ağzı açık kalmış, hayran hayran ona bakıyorlardı. Nurgül ise çok hoş bir gülümseme ile, bu bakışlara karşılık veriyordu. Bütün gece erkekler etrafında dört döndü. Nurgül’deki bu değişimin, o yüzüğü parmağına geçirdikten hemen sonra başlaması, tuhaf bir tesadüftü. Hâlâ da parmağında o yüzükle dolanıyordu. Bir ara Nurgül’le olan konuşmamızdan anladığım kadarıyla, bu yüzüğün ona şans getirdiğini ve kısmetini açtığını düşünüyordu. Bunun imkânsız olduğunu anlatmaya çalışmış ancak, pek başarılı olamamıştım.
Rıfat; yanan ateşin yanına uzanmış gökyüzüne bakıyor, bir yandan da türkü söylüyordu. Aslen Edremitliydi, türküleri çok sever, hemen hemen bütün yöresel türküleri bilir ve söylerdi. Hatta onun, ukalalık ve sabırsızlığının getirdiği iticiliği örten, sevimli bir yanıydı bu. ”Edremit Van’a bakar, içinden şamram akar” dizelerini tekrar edip duruyordu. Tarihçi Haldun birden bağırdı:
“ Buldum! ”
“ Neyi?” diye sorduk, hep bir ağızdan.
” Arkadaşlar, bugünkü kazı sırasında ortaya çıkarttığımız eşyaların belki bu söyleyeceğimle bir ilgisi yok ancak, Rıfat’ın söylediği türküde ‘içinden şamram akar’ dizelerine dikkat ettiniz mi? ” sözlerinin ardından, ” Eee! Ne olmuş, akar?” deyiverdi içimizden birisi. ” Eeesi, ne akar arkadaşlar? Kaynak su ya da sulama kanalı! ” diye ekleyiverdi Haldun.
O kadar heyecanlanmıştı ki, yüzünün şekli değişti, eli titremeye başladı. Hiçbirimiz bu yönde düşünmemiştik. Bu çağrışımdan yola çıkarak yaptığı ilişkilendirmeyi fark edince hepimiz donup kaldık. Belli ki yarın, heyecanlı bir gün olacaktı. Hemen, erkenden yatmaya karar verdik çünkü yarın erken kalkıp, ilk iş olarak şu sulama kanalını aramaya başlayacaktık. Nurgül ilk defa o gece yüzüğü çıkartıp, eşyaların üzerine koydu. Arkasından gelen Rıfat, çadıra girdiğinde, yüzüğü eşyaların üzerinde görünce, önce almak istedi, fakat birden cesaretini kaybetti ve korkup yatağına uzandı. Yüzüğü parmağına takmaya -her nedense- cesaret edememişti.
Sulama kanalını bulma ümidiyle kazmaya başlayalı, beş günü geçmişti. Bulabildiğimiz yalnızca kamalar, kalkanlar, miğferler, kılıçlar ve gömü kaplarıydı. Beş gün önce bu eşyaları bulsak, sevinçten havalara uçardık oysa şimdi, gülümseyemiyorduk bile. Su kanalını bulmak, bizim için saplantı halini almıştı. Haftalar geçtiği halde bulamıyorduk bir türlü. Git gide umudumuzu yitiriyorduk. Derken bir gün, arkadaşlardan biri, “Babil’in Asma Bahçeleri”nden izlere rastladı. Bahçe varsa biliyorduk ki; sulama kanalı da yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Heyecanla kazımaya devam ettik.
Üç günlük bir çalışmanın ardından kanala ulaşmıştık. Bu kanalın Şamram’a ait olduğunu tahmin ediyorduk. Peki, kimdi bu Şamram? Bu sorunun yanıtı da, tarihçi arkadaşımız Haldun’daydı elbet. Haldun anlatmaya başladı:
“ Şimdi hatırladığım kadarıyla, Asur kralı Ninus’un bir karısı vardı. Ninus ölünce yerine Ninive hakimi Ara geçti. Ara’nın yakışıklılığı dillere destandı. Ninus’un karısı şehvet düşkünü ve utanma nedir bilmeyen bir kadındı. Ara’ya elçiler gönderdi ancak Ara, kraliçeyle evlenmeyi reddetti. Bundan sonrası tam bir intikam hikâyesine dönüşür. Kraliçe; Ara’yı yenmek için ordusuyla gelir, çarpışırlar ve bu çarpışmada Ara ölür. Bunun üzerine kraliçe, saraydaki adamlarından birini Ara’nın yerine geçirip onunla Aras Ovası’nda mutluluk içinde yaşar. Kraliçe birçok yeri gezip dolaştıktan sonra, doğudaki Acı (Van) Gölü’ne gelir. Göl kıyısında uzunlamasına duran dağı görür ve buraya yerleşir. Ama bu kraliçenin ismi neydi? Onu hatırlamıyorum işte! “
Rıfat; sırıtan bir ifadeyle: “Şamram olmasın sakın?” sorusunu yapıştırıverdi.
” Şamram mı? Nerden çıkardın? ” diye sordu Haldun. Bunun üzerine Rıfat; yüzünde o geniş, alaylı gülümsemeyle bir kahkaha atarak, “ Edremit Van’a bakar, içinden şamram akar ” türküsünü söylemeye başlayınca Haldun birden duraksadı. Rıfat’a şöyle bir bakıp süzdükten sonra, bir kahkaha da o patlattı. Bu sefer şaşıran Rıfat olmuştu. ” Ne oldu ki şimdi? ” dedi Rıfat. Haldun; “ Sen çok yaşa he mi? “ dedi gülerek, “İşte şimdi anımsadım sayende! Kraliçenin adı Şamiram; Asur – Babil kraliçesi oluyor kendileri. Esas adı da Sammuramat’tır.” .
İçimizden Aysu atıldı ortaya; “ Şimdi arkadaşlar, bu su kanalının ismi Şamira mı Şamram mı?” Sorduğu bu sorudan, bizler gibi onun da kafasının karıştığı belliydi. Haldun; ”Şamram su kanalının ismi, çünkü bunu türkü sözleri doğruluyor. Şamiram ise kraliçenin ismi. Şimdi anladın mı güzelim? ” dedi Aysu’ya. “Asma bahçesini de, su kanalını da bu kadın yaptırmış sanırım” dedi Oya. Haldun’un başını sallamasından, bu bilgiyi doğruladığı anlaşılıyordu.
Gece pusluydu, gizemli bir hali vardı sanki. Ürkütücü baykuş sesleri de geceye, farklı bir hava veriyordu. Çadırın önünde, ateşi yakmış oturuyorduk. Bu kez çadırı, su kanalını bulduğumuz alanın yakınına kurmuştuk. Uzun zamandan beri böyle bir gece geçirmemiştik. Durgun, sakin, kımıltısız. Hepimizde gözle görülür bir yorgunluk ve eve dönme isteği vardı. Nurgül güzelliğiyle göz kamaştırmaya devam ediyordu. Mehmet ona büyük bir aşk duymaya başlamıştı, dizinin dibinden ayrılmıyordu. El ele, gölün kıyısında yürüyüşe çıkmışlardı. Havanın puslu olmasından dolayı da, çadırdan fazla uzağa gidemiyorlardı. Ateşin başına döndüklerinde tarihçi Haldun, Nurgül’e dönerek “Biliyor musun Nurgül, şu taktığın yüzük Şamiram’a ait olmalı. “ diye anlatmaya başladı.
Ve hepimize hitap ederek devam etti sözlerine:
” Urartuların tarihçesinde Şamiram’dan, şehvet ve erkek düşkünü diye bahsedilir. Güçlü ve ihtiraslı bir kadın olduğundan söz edilir. Çoğunlukla istediği erkeği etkisi altına aldığı ancak alamadığı zaman da, o kişiyi yok etmek istediği söylenir. Hatırlarsanız, aşık olduğu Ara’yı elde edemeyince, askerleriyle gelip onunla çarpışmış ve Ara ölmüştü. Ayrıca üzerinde yaşadığı tepeyi kimsenin tırmanamayacağı bir şekilde duvarlarla çevirdikten sonra, orada esrarengiz bir saray ve insanda dehşet uyandıran öyle bir kale yaptırdı ki; içeride neler yaşandığını, neler olup bittiğini herhangi bir kimseden öğrenmek kesinlikle mümkün olmadı. Kalenin doğu kesiminde, yatak odalarından ve farklı kullanımdaki odalardan oluşan çeşitli bölmeleri de, demirin bile iz bırakamayacağı kadar sert yüzeye sahip olan kayalara oydurtmuştu. Bu kadın aynı zamanda, çok gizemli bir kadındı, süse merakı vardı, takılar onun için çok önemliydi. Farkındaysanız bir sürü takı bulduk ve kraliçenin sürekli taktığı bir yüzükten bahsedildiğini de okumuştum. Kazı yaparken ilk bulduğumuz yüzüğü hatırlıyorsanız -ki Nurgül takıyor şu anda-, kraliçenin yüzüğü o olmalı diye düşünüyorum. Bu yüzüğün; Şamiram’a güç veren, tılsımlı bir yüzük olduğu ve herkesi etkisi altına aldığı, Şamiram’ın da bundan dolayı hırslı, güçlü bir kişiliği olduğu ve tutkulu aşklar yaşadığı söylenir.”
Nurgül, parmağındaki yüzüğü göstererek; “ Yani, şimdi bu tılsımlı mı demek istiyorsun?” diye sordu Haldun’a. Haldun da; “Evet” dedi ve sustu.
Aysu yine atılmıştı hemen; “Merak ettim, şu Şamiram denilen kadın, hani o kayalara oyulmuş, etrafı duvarlarla çevrilmiş garip kaleye, kaç sevgilisini kapattı acaba? Neler yaşandı, neler döndü oralarda?” Bu sorunun üstüne herkes bir kahkaha atmaktan kendini alamadı. Aysu; güzel ama aptal kızlardandı. Bu onu komik yapıyordu fakat kalbi temizdi, kimse hakkında kötü düşünmezdi. Öte yandan Rıfat, yüzüğün tılsımlı olduğunu öğrendiğinden beri yerinde duramıyordu, içinde engelleyemediği bir duyguyla baş başaydı…
Yatmak için çadırlara gidildiğinde, ortalığı kontrol etti, yüzüğü almak istiyordu. Fakat Nurgül yüzüğü çıkarmamıştı, o gece yüzüğü alamadan uyumak zorunda kaldı.
Bundan sonra Rıfat, hep ortamını bekledi, gözetledi. Bir gece Nurgül, her nasılsa yüzüğü parmağından çıkarıp, eşyalarının üzerine koymuştu. İşte o gece yüzüğü almayı başardı, parmağına taktı ve taktığı anda kendinde bir güç hissetti. Sanki deli cesareti damarlarında dolaşıyordu…
Çok ilginç ki; iki aydır burada böyle bir olay yaşamamıştık ama o gece yaşandı. Bir kurt dadanmıştı, çadır kurduğumuz alana. Gri, sarı gözlü, korkunç sesler çıkartan bir kurt, ta dibimizde ulumuştu. Hepimiz sinmiş bir şekilde, çadırın içinde bir kenara yapışmış dururken Rıfat, eline aldığı bir kazıkla dışarı çıkmak üzereydi, yalvardık çıkmaması için, çıktı…
Olanları dehşetle, çadırın küçük penceresinden izliyorduk, boğuşuyorlardı, kah kurt üste çıkıyordu, kah Rıfat. Rıfat’ın gömleğinin kolu kanlanmıştı. Çocuklardan biri fırladı, ama çok geçti, kurt bir tarafa serilmişti, Rıfat öte tarafa. Kurt ölmüş ancak Rıfat da yaralanmıştı. Hemen hastaneye gittik. Bu olay hepimizi derinden etkilemiş ve korkutmuştu. Çadırda kalmaktan vazgeçip, göl kenarından biraz uzakta kalan bir motele yerleşmeye karar vermiştik. Hastane ziyareti sırsında, Rıfat’ın parmağındaki yüzüğü herkes gibi Nurgül de görmüştü. Ancak sorun yapmadı zira, çok daha ciddi bir durum söz konusuydu.
O akşam Aysu, hastanın yanında refakatçi kalacaktı fakat bunu istemediği her halinden belli oluyordu. İstemeye istemeye girdi odaya, şöyle bir göz attı, bu hastane odaları onu sıkardı, boğardı. Yatağın kenarında bir koltuk vardı. Oturdu, kollarını ve ellerini koltuğun kenarlarından aşağıya sarkıttı, vücudunu da koltuğun minderine doğru bırakıp, iyice kaykıldı. Olabildiğince rahatlayabileceği bir pozisyon almaya çalıştı. Öylece bakınıp duruyordu etrafına. Rıfat’a baktı, onun yüzüne, ellerine doğru kaydı gözleri. Birden gözlerinde şimşekler çaktı ve o yeşil taşın cazibesine kapıldığını hissetti, yüzüğü hastanın parmağından yavaşça çıkardı, kendisininkine taktı. Birden büyük bir gücün içine dolduğunu, beyninin içinde kaynamalar olduğunu hissetti. Sanki şimdi hayatı, başka bir pencereden görüyordu. Ertesi gün odaya girdiğimizde Aysu, inanılmaz bir şekilde ciddi ve mantıklı konuşuyordu. Ne olduğunu pek anlamamıştık, şaşırdık doğal olarak. Kızcağız böylesi anlamlı ve düzgün cümleler kurarken, kendi şaşkınlığını da gizleyemiyor, heyecanlı bir şekilde konuşmaya devam ediyordu.
Ertesi gün öğlen, yemek sırasında olan biten hakkında yorumlarda bulunuyorduk; yüzüğü takan her kimse, bir şekilde farklı davranışlar göstermeye başlamıştı. Herkes yüzüğün, bir çeşit tılsımı içinde barındırdığına ve bunu parmağına takan kişiye de, bu tılsımı aktardığına inanır olmuştu. Bir diğer konu da, ekibin içinde ortaya çıkan bu aşktı; Mehmet ve Nurgül aşkı…
İkisi, birbirine sıkı sıkıya bağlanmıştı. Zaman, aşklarını yürekleri kadar büyütmüştü. Evlenmeyi düşünüyorlardı, birbirlerinin hayatlarını paylaşacak kadar çok istiyorlardı beraber olmayı. Sonra başka başka konulara geçildi. En son, yemekten kalkarken Mehmet, Aysu’ya gidip yüzüğü ondan almak istediğini söyledi. Aysu önce vermek istemedi ama sonra, belki de bencillik etmemeye karar verip yüzüğü Mehmet’e uzattı. Mehmet yüzüğü parmağına geçirdiğinde kendisine bir gücün hakim olduğunu hissetti. Aysu’nun yanağından makas alarak; ”Teşekkürler bebek! ” dedi. Bu hareketi gören ve ne söylediğini de duyan Nurgül’ün, bir anda kendini çok kötü hissettiği her halinden belliydi. Koşarak odasına gittiğini görünce arkasından yetiştim, odasına girdim ve beni gördüğü anda sımsıkı sarılıp ağlamaya başladı. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi şaşırmıştım. O gün içerisinde bir çok kişi, Mehmet’in çevredeki diğer kızlara da asıldığını görmüş ama Nurgül’ün bundan henüz haberi olmamıştı. Ta ki akşam yemeğine inene kadar…
Mehmet ekipten ayrı bir masada otuyordu, çevresinde üç, dört tane kız vardı. Nurgül beyninden vurulmuşa dönmüş, sendelemeye başlamıştı, bayılmak üzereydi, ekipten biri bunu fark etti de hemen koşup kızı kucakladı. Nurgül bayılırken; “ Ben çirkinim, ben çirkinim “ diye sayıklıyordu… Hepimiz bu olaya sinirlenmiştik, kalkıp onların masasına gittik. Bu arada, kolu sargılı olan Rıfat sessizce bakıyordu bizim masadan. Onun hep, bir korkak olduğunu düşünürdük ve kurtla nasıl boğuştuğu geliyordu aklımıza, ona her bakışımızda. Mehmet çok rahattı ve istifini bozmuyordu, bu durum bizi iyiden iyiye sinirlendirmişti. Hemen orayı terk ettik. Kendi aramızda söz vermiştik, kimse Mehmet ile konuşmayacaktı.
O akşam aramızda aldığımız bir kararla, içimizden birisi o yüzüğü Mehmet’in parmağından alacaktı; oy birliği ile Oya’ya düştü bu görev. Oya çok süslü, çekici ve güzel bir kızdı. Mehmet’i kendine yaklaştıracak ve yüzüğü alacaktı. Nitekim öyle de oldu! Oya onu kandırdı ve yüzüğü kendi parmağına taktı. Birden yüzükteki tılsımın titreşerek içine doğru yayıldığını hissetti, yanımıza geldiğinde bu yüzüğün kendisinde kalmasını çok istediğini söyledi, sonra da ertesi gün için iyi dinlenmesi gerektiğine dair bir şeyler geveleyip, özür dileyerek yanımızdan ayrıldı.
O sabah Oya, ekibi beklemeden kazı yerine gelmiş, çalışmalara başlamıştı çoktan. Artık hiç kimse, bu tür davranış değişikliklerine şaşırmamaya başlamıştı. Yüzüğü parmağına takan farklı davranıyordu bir şekilde. Oya kendine güvenen, akıllı hatta kurnaz bir kadındı ama iş hayatında başarıyı yakalayamamıştı bir türlü. Şimdi bu başarıyı elde etmek için çalışmalarını hızlandırmışa benziyordu. Onun bu hırslı ve azimli çalışmaları sayesinde bir sürü yeni bulguya ulaşmıştık. Belki de hayatında ilk kez bu kadar çok çalışmıştı, kızcağız! Bu işe başladığı ilk yıllar daha tutkuluydu, babasını kaybettikten sonra bütün heyecanını kaybetmişti. İşte şimdi, o yılları tekrar yaşıyordu…
Oya’nın bu hali bizim hoşumuza gidiyordu, ” Yüzük ilk kez işe yaradı! ” diyorduk kendi kendimize. Sonra Oya yüzüğü kaybetti, bir türlü nereye koyduğunu hatırlayamıyordu. Aslında bir yere koyup koymadığını da hatırlamıyordu.Herkes yüzüğü aramaya başladı. Kazı yaptığımız o son alanda, yerde Sertaç buldu yüzüğü. Demek ki orada çalışırken, farkında olmadan düşürmüştü. Sertaç yüzüğün yeşilini görür görmez, gözlerinin yeşili koyulaşmış ve yüzüğü parmağına takmaktan kendini alamamıştı. İçine bir enerjinin yayıldığını hissetti o da, diğerleri gibi. Sertaç; yeşil gözlerinden dolayı kendini çok beğenirdi, kendine güveni tamdı fakat fazla çalışkan biri değildi ve çok kaba bir çocuktu. Yüzük tılsımını göstermiş ve herkese kibar davranmaya başlamıştı bile. Neredeyse herkesi etkisi altına alıyordu.
Öte yandan Oya, yine o eski isteksiz haline geri dönmüştü sanki. Artık kazı işlerinden kaytarmaya, üşengeçlik yapmaya başlamıştı. Eskisi gibi söylene söylene çalışıyordu. Bu da bizi çok üzüyordu. Böylesi zeki bir kıza bu davranışları yakıştıramıyorduk.
Van gölü ve çevresi, bize oldukça güzel armağanlar sunmuştu. En son Urartulara ait çivi, hiyeroglif yazı tabletlerini bulduk. Belki de bizi en çok sevindiren armağan buydu. Bu başarıyı kutlamak istiyorduk. “Ne yapalım?” diye düşünürken o sırada Gökhan, Sertaç’tan yüzüğü istedi. Sertaç o kadar kibardı ki, kimseyi kıramıyordu ve Gökhan’a yüzüğü verdi. İşte o an, yüzüğü parmağına çoktan geçirmiş olan Gökhan bağırmaya başladı; ” Bendensiniz arkadaşlar! ”. Hepimiz fazlasıyla şoke olmuştuk. Bu kadar olay yaşamış, davranış değişikliklerine şahit olmuştuk ama hiçbirisi, bizi bu kadar şaşırtmamıştı. Gökhan asla, ama asla, para harcamazdı! İki senedir birlikteydik ve kimseye bir şey ısmarladığı görülmemişti. Şarkılar, türküler söyleye söyleye yemeğe gittik. Çok güzel bir ziyafet çektik kendimize. Tatlılar yendi, kahveler söylendi. Tümünü Gökhan ısmarlamıştı…
Van gölünü çok sevmiştik. Burada yaşadığımız anılarımız çok özeldi, buranın bir tılsımı vardı. Artık çalışmalarımız neredeyse tamamlanmıştı. Son on günün içindeydik. Her birimiz, içindeki burukluğu yadsıyamaz haldeydi. Belki de bu, birlikte son çalışmamızdı çünkü başka ekiplerin içinde yer almamız, yani dağılmamız söz konusu olabilirdi. Belki de farklı yerlerde yeni heyecanlara koşuyor olacaktık, ama hep birlikte olacağımızı kimse garanti edemezdi. Bunları düşünürken sızıp kalmıştım…
Bu son günlerde, kazı için fazla uğraşmıyorduk, bulmamız gerekenden fazlasını zaten bulmuştuk. Beşer kişilik iki gruba ayrılıp çalışıyorduk. Bir grup çalışırken diğeri dinleniyordu. İşte ne olduysa da o sırada oldu. Kazılardan elde ettiğimiz eşyalardan bazıları kaybolmuş, muhtemelen kaçırılmıştı. Kim yada kimler yapar diye epeyce düşünmüş bulamamıştık. Birbirimizin yüzüne bakıyor ama bir türlü anlayamıyorduk, daha doğrusu konduramıyorduk.
Bir iki gün geçtikten sonra Tekin’de bir takım davranış değişiklikleri gözlemlemeye başladık. Odasına daha sık gider olmuştu, bizimle görüşmeleri seyrekleşmişti, sanki bir tuhaflık vardı. Bu soruna bir çözüm bulmak üzere aramızda sık sık konuşuyorduk. Bir iki arkadaşımız, Tekin’in odasına bakmak istiyordu, kimse de karşı çıkmamıştı bu fikre. Haldun ve Gökhan’ın onun odasına çıkmalarına ve o sırada diğerlerinin de, Tekin’i oyalamasına karar vermiştik.
Aldığımız bu kararı uygulamamızın ardından Haldun, Tekin’in olmadığı bir sırada hepimizi topladı. Gergin ve üzgün görünüyordu. İçimizde büyük olan oydu, hepimizin abisiydi. Konuşmaya başladı:
” Arkadaşlar, biz Tekin arkadaşın odasında kaybolan bazı eşyaları bulduk! ” dedi.
Hepimiz şoka girmiş, ne diyeceğimizi şaşırmıştık. Tekin çok fakir bir aileden geliyordu, en büyük hayali de zengin olmaktı, o kadar dert ederdi ki fakir olmayı, gurur meselesi yapardı. Hepimiz bu davranışı ona yakıştıramadığımız için, kesin yüzüğü taktı ve yüzük onu ele geçirdi diye düşündük.Tekin geri döndüğünde parmağındaki yüzüğü fark ettik, sanki bu içimizi rahatlatıyor gibiydi. Yüzüğü parmağından çıkarırsa tekrar o eski Tekin olacağından emindik. Bu düşünceler içerisinde, Tekin’den yüzüğü parmağından çıkartmasını istedik. Fakat o çıkartmak istemiyordu. Bu durumda, onun yaptıklarını bildiğimizi söylemekten başka şansımız kalmamıştı. Yüzüğü vermek zorunda kaldı. Haldun yüzüğü taktı bu kez dalga geçerek; “ Bakalım, bende nasıl bir durum çıkacak ortaya? ” derken gülümsüyordu. Haldun düz bir insandı, her zaman akıllı ve mantıklı davranırdı, çok okuyup gezen biriydi, bilgilerini de paylaşmayı severdi ayrıca. O daima dürüst ve adil davranmaya çalışan ender insanlardan biriydi. Fakat yüzük onda da etkisini göstermeye başlamıştı. İnanılmaz derecede herkese yakınlık gösteriyor, bir dediklerini iki etmiyordu. Bu durum bize aşina gelmiyordu, hatta iğreti durduğu bile söylenebilirdi. En sonunda dayanamayıp bu yüzüğü ben istedim, verdi, taktım, bir süre bekledim. İçime doğru bir şeylerin yayılacağını ve beni harekete geçireceğini sanıyordum ama olmadı, hiç bir şey hissetmedim. Haldun’a sordum; “ Neden ben sizin gibi hissedemedim? ”, o gülerek bunu, sonra açıklayacağını söyledi.
On gün dolmuştu; motelden ayrılmak üzereydik, hepimizde bir burukluk vardı. Bütün köylülerle vedalaşmış, yardımları için teşekkür etmeyi de unutmamıştık. Motelci Salih amcayla da şakalaşıp, öpüşmüştük. Bizi unutmayacağını, tekrar beklediğini, artık bitmek üzere olan yeni moteli URARTU’da bizi ağırlayacağını söylüyordu. ” Kısa sürede buralar turist kaynar sayenizde ” diye de eklemişti.
Otobüsü beklerken Haldun’a sordum; “ Yüzükteki tılsıma ne oldu? ” diye. “ Tılsım yok ” dedi. Donduk, kaldık o an, ” Nasıl yani? ” dedi Nurgül . Haldun anlattı; “ İçimizdeki eksikleri, güvensizlikleri görmek istedim, tılsım varmış gibi aktardım, hepiniz inandınız, tılsım falan yok! ”.
” Hayda! ” dedi Gökhan. Haldun devam etti:
“ Olmak istediğiniz neyse o oldunuz, iyi ve kötü yanlarınızı ortaya koydunuz; güzel olmak isteyen güzel oldu, çapkın olmak isteyen çapkın. Yüzük öylesine sıradan bir yüzüktü. Bu size ders olsun, önce kendinizi severseniz zaaflarınız sizi yenemez, zaaf olmaktan çıkar! ” dedi. “ Ama sen de etkilendin o yüzüğü taktığında! ” dedi Sertaç. ” Sadece numaraydı, içinizde de bir tek Suna inanmadı, o da zaaflarını bilen, onları olduğu kabul eden biri olduğu için kanmadı ” dedi genç bilge .
Rıfat zaten gıcık oluyordu, ona karşı doluydu, bu anlatılanlar onun sinirini iyice bozdu ve kavga çıktı. Yumruklar havada uçuşuyordu, kızlar araya girip engellemeye çalıştı da olay, daha fazla büyümeden kapandı. Otobüse bindikten sonra, yol boyunca sus pus olmuştuk. Otobüs yemek molası verdiğinde hepimiz bir arada inmiştik. Yemek yediğimiz sırada yanımızdan bir kadın geçti, kadının gözlerinde koyu bir makyaj vardı. Üzerinde çok eskilerden kalma, şimdi döküntü diyeceğimiz ama eskilerin en görkemli kıyafetiyle, yanımızdan geçip gidiverdi. Elinde yeşil taşlı yüzük vardı; rüzgar saçlarını uçurduğundan eliyle saçını düzeltmişti, işte biz de o anda yüzüğü fark etmiştik. Apar topar masadan kalkıp kadını takip ettik, otobüslerin olduğu tarafa doğru gidiyordu, koştuk peşinden ama kadın ortadan kayboldu. Kimdi bu kadın? O yüzük onun eline nasıl geçmişti? Eşyaları kontrol ettiklerinde yüzük yerindeydi, tam otobüsten uzaklaşmak üzereyken kadın tekrar göründü, dehşete kapılmak üzereydik, bu neyse hepimiz görüyorduk. Otobüs kalkmak üzereyken cama bir el dokundu, uzun elleri, uzun tırnakları olan bir kadın eliydi. Camdan içeriye doğru bir şey atmıştı, elini çekerken yeşil taşlı yüzük parlamıştı. Deri parşömenin üzerinde çivi yazısı ile yazılmış bir mesaj vardı ve bunun, araştırma yaparken bulmayı umduğumuz önemli belgelerden biri olduğunu düşündük aynı anda. Bu hepimizin yüzünden okunuyordu adeta. Telaş içinde okumaya çalıştık parşömeni.
Bu yüzüğün lanetli olduğu, Urartu medeniyetinin başına bir sürü dert açtığı, işin neredeyse Şamiram’ı taşlamaya kadar vardığı, Şamiram’ın her tarafı kapalı bir kale yaptırmasının sebebinin de bu olduğu yazıyordu. Ve o lanet şimdi bizim üzerimizdeydi. Kendimizi çok kötü hissetmemize rağmen inanmamaya çalışıyorduk, yolculuk başladığında hepimiz gergindik, emin olduğumuz tek şey; o kadın Şamiram idi ve bizi uyarmaya çalışıyordu…
Kısa bir süre sonra otobüs kaza yaptı ancak her nasılsa bizden kimse zarar görmemişti. Ancak evlerimize döndükten sonra hayatımızda pek çok şey değişti; bir arkadaşın evi yandı, diğeri sevdiklerini kaybetti, biri sakat kaldı, diğeri öldü, herkes bir şekilde lanete inanmış ve onu yaşamıştı.
Haldun’la evlenmiştik fakat her gece lanetlendiğimizi düşünerek, uykularımız kaçıyor, arkeoloji ile ilgili ne bir yazı ne de film, okuyor yada izliyorduk. Ben hatıralarımı yazdığım sırada Haldun gazete okuyordu. İçimden bir his Haldun’a bakmam gerektiğini söylüyordu. Odaya girdiğimde; Haldun koltuğa yığılmış, gazete kucağında, nefes almadan öylece duruyordu.
” Haldun, Haldun! “
Ölmüştü!
Açık duran gazetenin başlığında şu yazılı idi; YEŞİL LANET!
“ Müzede sergilenen Urartulara ait olan yeşil taşlı yüzük çalındı. Yüzüğü çaldıktan kısa süre sonra, kaçan iki hırsız birden kendilerini istem dışı kamyon altına attılar, getirildikleri hastanede öldüler. Yüzüğü alıp takan bir doktor, iki hemşire kayıpken, yerde bulduğu yüzüğü takan hastalardan biri kalp krizinden öldü, hastaneye sadece genel kontrole gelmiş bir hastaydı… “