Rüzgâr adeta saçlarını okşuyordu, kadın hiç konuşmadan kayalıkların üstünde öylece oturuyor, gözlerini dikmiş sabit bir şekilde denize bakıyordu. Dalgaların kayalara vuruşuna… Uzun siyah saçları vahşice dans ediyordu sanki. Saçlarının dağınık oluşuna aldırmaz ve düşünceli görünüyordu. Güneş batmak üzereydi ve genç kadınının yüzündeki tebessümden, güneşin batarken yaydığı o kızıllığı sevdiğini anlamak hiç de zor değildi. Güneş battıktan sonra ağır adımlarla yürüdü ve sonra gözden kayboldu…
Kadırga kayalıklarını bugüne kadar ziyaret eden pek çok kişi arasında, bu suskun kadını görmeyen çok az insan vardır herhalde. Her akşam üstü buraya gelip, güneş batana kadar kayalıkların üstünde oturur ve güneşin batışıyla birlikte ortadan kaybolur bu genç kadın…
Yıllarca adından söz ettiren bu kadın, bir gazetecinin de dikkatini çekmişti sonunda. Gazetecinin bu konuya ilgisi, kız arkadaşının anlattıklarından sonra başlamıştı.
“ Ağva’ da Kadırga Kayalığı denilen bu yere, bir kadın hemen her akşam gelip, kayalıkların üstüne oturup, denizi seyrediyor ve güneş batana kadar da kalıyor. Güneşin batmasıyla birlikte ortadan kayboluyor. Çok gizemli bir kadın. Onun hakkında pek çok söylenti var; kimine göre delirmiş, kimine göre dikkat çekmeye çalışıyor, kimine göre ise kimsesiz. Kadının yanına gitmeye kimse cesaret edemiyormuş, hatta giden birkaç kişinin daha sonra tuhaflaştıkları da söylentiler arasında. Denilene göre; kadın hiç konuşmuyor, derin ve üzgün bakışlarla denize bakıyormuş sadece. Bazıları da onun bir büyücü olduğunu düşünüyor. Tabii bunların hepsi birer hikaye. ”
Arkadaşı, “ Kadırgada onu bir iki kez gördüm ve resmini çekmeyi başardım ” diye eklemiş ve çektiği fotoğrafı uzatmıştı kendisine.
“ İlginç ! Bu kadının hali beni fazlasıyla sardı. Sence neden böyle davranıyor olabilir? ” sorusunun üzerine, kız arkadaşı;
“ Benim bu konu hakkındaki düşüncemi sorarsan; kadın deli.” diye yanıtlamıştı.
“ Kadını yakından gördün mü? Dikkatini çeken farklı bir durum var mıydı? ”
sorusunun ardından kız arkadaşının bir süre düşündüğünü, eliyle çenesini ovuşturup, bir o yana bir bu yana yürüyüp durduğunu hatırlıyordu. Uzun bir sessizlikten sonra cevap vermişti;
“ Kadın gelmeden önceydi. Ben kayalıkların oradaydım, oturmuş denizi seyrediyordum. Birden arkamdan birisinin geldiğini hissettim. Baktım oydu, çok heyecanlı bir hali vardı.
Ben de heyecanlandım. Kalktım “ merhaba ” deyip elimi uzattım. Fakat ürkekçe bana baktı, sanki ona her an zarar verebilirmişim gibi benden uzak duruyordu, elim havada asılı kaldı. Yanına sokulmak istedim, birden kaçmaya başladı, oysa amacım onu korkutmak değildi. Neden kaçtığını çok merak ettim ve peşinden gitmeye başladım. Yerdeki taşlar sivriydi, ayaklarımıza batıyordu, ayağımda ayakkabı olmasına rağmen canım yanıyordu. Oysa o, ayağından çıkarttığı ayakkabıları elinde, taşların üzerinde koşmaya devam ediyordu. Bir süre sonra koşmaktan yorulmuştum, durup nefes almak istedim, o hala kaçıyordu. Durdum ve onun uzaklaşmasını izledim. Ayaklarının kanadığını fark ettiğimde içim bir tuhaf oldu. İnsan niye böyle kaçar ki? Neden? Niçin? ”
Bir yandan anlatıp, bir yandan sorularını peş peşe sıralamadan önce derin bir nefes alırken, sanki o anı tekrar yaşıyor gibiydi.
Gazeteci, bu konuşmanın ardından bir süre Ağva’ da kalmaya karar vermiş ve bir pansiyona yerleşmişti. Küçük, sevimli ve sıcak bir yerdi. Pansiyonun sahibi yaşlı bir çiftti, pansiyonu ellerinden geldiğince cıvıl cıvıl yapmaya çalışıyorlardı. Her sabah odalardaki tüm vazolara taze çiçek koyuyor, yatak çarşaflarını düzenli olarak değiştiriyorlardı. Her yer pırıl pırıldı. Bu pansiyonun içinde de, dış boyasında olduğu gibi pembe ve beyaz renkler hakimdi. Kocaman bir de bahçesi vardı. Gazeteci buraya gelmekten dolayı çok mutlu olduğunu hissetti birden, bu yaşlı çifti tanımak kendisi için bir şanstı ayrıca.
Buraya geleli çok olmamıştı. Kadırga Kayalıkları’na gitmeden önce biraz bilgi edinmeliydi. Bu yüzden oraya hemen gitmek istemiyordu, hatta bu pansiyonda keyifli bir tembellik eşliğinde biraz bilgi de toplayabilirdi… Bu düşünceler içersinde, kahvaltıya aşağıya indi, yaşlı çift masadaydı, yanlarında da pansiyonda kalan konukları vardı.
Yaşlı adam ; “ Gel oğlum seni tanıştırayım! Bu hanım: yan odadaki komşun Nefise hanım, bunlar: karşı odadaki komşuların Salih Bey, eşi Emine hanım, çocukları Aslı ve Fatih, bu ikili de Demet ve erkek arkadaşı Kerem, diğerleri: Yavuz Bey’le Şule Hanım, Sanem Hanım ve oda arkadaşı Yasemin ” tanıtımının ardından, “ Bu bey de, gazeteci arkadaşımız Taner Bey ” şeklinde kendisini de onlara tanıştırdı.
Karşılıklı gülümseme, el sıkışma ve “ memnun oldum ” ifadelerinin dile getirilmesinden sonra kahvaltıya başladılar. Hoş bir sohbet içerisinde kahvaltı devam ediyordu ki, pansiyonu işleten yaşlı çift kahvaltının orta yerinde kavga etmeye başladı:
Zehra Hanım reçeli hiç güzel yapamamışsınız !
Çok iyi yapabileceğine inanıyorsan sen yap !
Senden güzel yapacağım kesin !
Sen öyle san! Ben yıllardır bu işi yaparım, herkes de sever, sen sevmiyorsan kendin yapıp ye !
Zehra Hanım bu insanlar reçelini mecburiyetten yiyorlar seni kırmamak için, yoksa reçelini beğendiklerinden değil.
Hıh! sana öyle geliyor Turgut Bey, isterseniz soralım!
Evet söyleyin gençler, bu reçelleri beğenerek mi yiyorsunuz ?
Turgut Beyin bu sorusu üzerine bir sessizlik oldu, çocuklardan birinin:
“ Elbette beğeniyoruz ” sözlerinin ardından diğerleri de, onayladıklarını başını sallayarak belli ettiler.
Yaşlı kadının; “ Var mısın yarışa, hangimiz en güzel reçeli yapacak? ” sorusunu, “ Tamam!” diye yanıtladı yaşlı adam.
Masadakilerin gülmeye başlamasıyla birlikte yarı gergin hava yumuşamıştı. Gülenler arasında bulunan Salih Bey, gazeteci Taner’in yanında oturuyordu ve eğilip kulağına fısıldadı:
“ Her zamanki halleri, hep reçel kavgası yaparlar ve her seferinde de Zehra Hanım kazanır!”
Gazeteci Taner gülümserken, Salih Bey devam etti:
“ Bu akşam ikisi de mutfağa girer, seyret ondan sonrasını, kesin kıyamet kopacak zira tartışarak yarışırlar ve tartışırken de çok şirin olurlar ”.
Masada, kahkaha sesleri devam ediyordu.
Akşamla birlikte yorgunluk çökmüştü, Taner yatağına uzanmış, tanıştığı bu insanlarla birlikte o kadını düşünüyordu. Buradaki insanlar o kadar tatlıydı ki, hemen onlara ısınıvermişti. Fakat onlar da arkadaşı kadar bilgiye sahipti, henüz farklı bir bilgi edinememişti. Sabah Kadırga Kayalıkları’na gitmeye karar verdi. Artık, oraları inceleme zamanı gelmişti. Bu düşünceler arasında uykuya dalıverdi.
Ertesi gün çantasını sırtına geçirdi ve doğrudan Kadırga Kayalıkları’na gitti. Gün boyunca kayalıklarda dolaştı, her tarafına baktı, inceledi. Akşama doğru, kadını görebileceği bir yere saklandı ve kadının gelmesini beklemeye başladı. Dürbününü, fotoğraf makinesini hazırladı. Kafasında hasırdan şapkası, üzerinde uzun şort ve yeşil gömleğiyle, safariye çıkan avcılarınkine benzeyen bir görünümü vardı adeta. Siyah, kısa saçları şapkanın altında ezilmişti, kahverengi gözleri heyecanlı bir bekleyiş içindeydi.
Sonunda kadın gelmişti. Üzerinde beyaz bir elbise vardı, saçları dalgalı ve uzuncaydı. Kayaya oturdu, saçları rüzgarda uçuyordu. Taner dürbünle kadına bakıyordu. Kadın sallanıyordu, dudaklarını hareket ettiriyordu, kendi kendine mi konuşuyordu yoksa şarkı mı mırıldanıyordu anlaşılmıyordu. Bir süre sonra sustu. Bakışları dalgın ve donuktu. Az sonra güneş batmış ve kadın gözden kaybolmuştu…
Pansiyona geri döndüğünde epeyce yorulduğunu hissetti. Akşam yemeği sırasında yaşlı çift ellerine udu alarak fasıl yaptılar, masadakiler hep bir ağızdan:
“ Biz her gece Heybeli’ de mehtaba çıkardık ” diye söylemeye başladılar.
Herkes birbirine neşe içinde bakıyordu. Akşam kahveleri yudumlanırken Zehra Hanım da çocuklara masallar anlatıyordu. Çocuklar yaşlı kadının kucağına uzanmış, can kulağı ile onu dinliyorlardı. Yaşlı kadın saçına topuz yapmış ve uzun bir elbise giymişti. Saçları beyazdı, yüzünde yaşlılığın getirdiği izlerle birlikte sevecen bakışları da taşıyordu. Turgut Bey’ in de, her akşam mutlaka bir turnuva düzenlemesinden, tavla oynamaya bayıldığı anlaşılıyordu. Beyaz saçı ve beyaz sakalı ile sanki biraz Sean Coonery’ i andırıyordu ve bu yaşlı görünüşüne karşın yakışıklı sayılırdı. Yüzünde tatlı-sert bir ifade vardı. Gazeteci bu gözlemlerinin ardından, bu ortamın çok huzur verici olduğunu düşündü. Kendini çok yorgun hissetmesine rağmen, bir süre, orada bulunuyor olmanın tadını çıkarttı ve daha sonra kalkıp, erkenden yattı.
Günler geçiyordu, artık bu esrarı çözmeliydi. Eğer ki o kadına rastlarsa, mutlaka onunla konuşmaya çalışacaktı. Daha fazla bilgiye ihtiyacı vardı. Odasında bir aşağı bir yukarı geziyor, kendi kendine konuşuyordu:
“ Bu kadını tanıyan kimse yok mu ya? Neden bu halde dolaştığını bilen yok mu? Hem bu kadın ne yer, ne içer? Nerede barınır? Anlayamıyorum, bunu bulmak zorundayım! ”
Bir an durdu, sonra çantasını aldığı gibi çıktı odasından. Tam merdivenlerden iniyordu ki Zehra Hanımla karşılaştılar:
“ Nereye böyle alelacele? ” diye sordu yaşlı kadın.
“ Dışarı çıkıyorum, yalnız size bir sorum olacak Zehra Hanım, sormamda bir sakınca yoktur inşallah? ” diye yanıtladı Taner.
Zehra hanımın “ Yok tabii, istediğini sorabilirsin! ” sözlerinin ardından;
“Zehra Hanım, her akşam Kadırga’ya gelen o kadın hakkında bilginiz var mı? Adını, ailesini ya da onunla ilgili her hangi bir şey biliyor musunuz? ” sorusu dökülüverdi ağzından.
Zehra Hanım, beklemediği bu soru karşısında şaşırmıştı, rengi atmış ve “ hayır ” diyebilmişti boğuk bir sesle.
Taner de, Zehra hanımın bu tepkisine şaşırmıştı, “ tamam, teşekkürler ” deyip pansiyondan çıktı.
Köylülerle konuşmak üzere yol boyunca yürüdü, köyün içine girdi. Dolaştı, kahvede oturanlarla, esnafla, bakkalla, pek çok kişiyle konuştu. Sanki ağız birliği etmişçesine hiç kimse farklı bir şey söylemiyordu. Gazeteci oldukça şaşkındı, öğrenebildiği yalnızca, yaklaşık on bir senedir bu kızın bu şekilde davrandığıydı. “ Neden? ” sorusuna hiçbir yanıt alamayışı onu iyice şaşırtmıştı. Kendi kendine “ enteresan! ” diye mırıldanırken, pansiyonun yolunu tuttu.
Pansiyona vardığında akşam olmuştu. Akşam yemeği için masa hazırlanıyordu. Gazeteci durgundu ve bu durgunluğu yüzünden okunuyordu. Yemek masasında da düşünceliydi, yemeğine dokunmamıştı. Zehra hanım, gazetecinin neden böyle durgun olduğunu tahmin edebiliyordu ancak anlamadığı, bu konunun üstüne neden bu kadar düştüğüydü.
Kahveler içilmek üzereyken Zehra hanım gazeteciye dönerek;
“Taner Bey bu kadar üzülmeyin! Sizin için neden bu kadın bu kadar önemli, dünyanın pek çok yerinde sorunlu insanlar vardır yada deli olan, bu kadının diğerlerinden pek farkı yok. O bir deli neden ilgileniyorsunuz ki? ”
sorusunu sormaktan kendini alamamıştı. Taner’in;
“Bakın, bu kadının deli olduğunu nereden biliyorsunuz? Hem madem deli, neden deli olduğunu da biliyor olmanız lazım değil mi? ”
sorusunun ardından yaşlı kadın yutkundu, tam bir şeyler söyleyecekti ki telefona çağırdılar, izin isteyip kalktı. Taner bu sırada, yaşlı kadının renginin attığını fark etmişti. Merakı giderek daha da artıyordu ve bu insanların sessizliği onu çileden çıkarıyordu. Her şeye rağmen kararlıydı, bu kadının gizemini çözecekti.
Taner ertesi gün kayalıklara geldiğinde güneş batmak üzereydi, kayaların üstünde oturmakta olan genç kadın, gitmek üzere ayağa kalktığında arkasından gelen sese doğru başını çevirdi. Taner ona yaklaşmayı denedi ancak kadın koşmaya başladı. Taner de peşinden gitmeye çalışıyor, ne var ki taşlardan dolayı koşamıyordu. Bir anda ayak bileğinde bir sancı hissetti, kendini bir taşın üstüne zor attı. Ayağı burkulmuştu ve üzerine bastıkça canı yanıyordu, bu durumda ne koşmaya ne de yürümeye devam edemezdi, sadece kadının arkasından bakabildi.
Üzgün bir şekilde pansiyona geri dönüp, odasına çıktığında odadaki eşyalarının karıştırıldığını fark etti. Bunu kim yapmış olabilirdi ki? O yaşlı çift bunu yapmazdı, pansiyonda kalan diğerleri de yapmazdı, o zaman kim yapmış olabilirdi? Bu davranışı hiç kimseye ne yakıştırabiliyor ne de kondurabiliyordu.
Hem odası niçin karıştırılmıştı? Aranılan neydi? Bir yandan düşünürken bir yandan da odanın penceresinden dışarıyı seyrediyordu, kafası çok karışmıştı, başını geriye çevirip odaya şöyle bir baktığında, bir anda o kadının resimlerinin ortadan kaybolmuş olduğunu fark etti. Birden güm diye bir sesle birlikte kafasında bir acı hissetti. Dışarıdan birisi bir taş fırlatmıştı. Kafasına isabet etmişti ve başı kanıyordu. Taşın sarılı olduğu bir de kağıt vardı. Hemen açtı, kağıtta “ bu kadının gizemini araştırmayı bırak, eğer buraları da terk etmezsen biz seni göndermesini biliriz ” diye yazılıydı.
Başı çok kötü ağrıyordu, bu olay karşısında ayağının acısını bile unutmuştu. Kafasını tutarak aşağı indi, herkes aşağıdaydı. Telaşla etrafını sardılar, ne olduğunu, nasıl olduğunu sordular. Bu bağrışmaların içinde, başının ağrısı iyice artmıştı. Zehra Hanım’ın yaptığı pansumanın ardından odasına gidip yattı. Ertesi gün odasından dışarı hiç çıkmadı, biraz kendine gelmek ve tüm bu olanları sakin kafayla düşünmek ihtiyacı içindeydi.
Akşama doğru aşağıya indiğinde, akşam yemeği için hazırlıklar başlamıştı. Çocuklara yaklaştı ve sordu:
“ Çocuklar, geçen gün ben yukarıda odamdayken, yaralandığım sırada, Zehra Hanım neredeydi? Gördünüz mü? ”
Çocukların; “ Bize masal anlatıyordu birden dışarı çıktı, sen aşağı indiğinde o da içeri girdi” yanıtının ardından:
“ Peki nasıldı? Telaşlı ya da korkmuş muydu? ” diye sormaya devam etti.
“ Telaşlı bir hali vardı ” dedi her ikisi de. Gitmek üzereyken çocuklardan biri ekledi; “ Aslında, sanki biraz da korkmuş gibiydi ”.
Taner’ in kafasında bir şeyler şekillenmeye başlamıştı. Bunu yapan mutlaka Zehra Hanım olmalıydı, başkası olamazdı. Ona o soruyu sorduğu zamanki yüz ifadesini hatırladı, oldukça telaşlanmış, heyecanlanmıştı. Tam da aklından; “ Bu konuda gizlediği bir şeyler olduğu kesin! ” diye geçirirken, Zehra hanım geldi yanına:
“ Çay yada kahve ister misin? ” diye sordu.
“ Teşekkürler, hiç bir şey istemiyorum. Yalnız, sizinle konuşmak istediğim bir konu var, müsaade ederseniz konuşmak istiyorum! ” diye yanıtladı Taner.
“ Tabi ” dedi yaşlı kadın ve koltuğa, Taner’in yanına oturdu, “ buyurun, sizi dinliyorum ” sözlerinin ardından; “ Yaralandığım gece siz neredeydiniz ? ” diye sordu Taner.
“ Çocuklara masal anlatıyordum ”.
Taner’in “ Emin misiniz? ” diye üstelemesinin ardından Zehra hanımın gözleri büyüdü, yüzünün rengi attı:
Tabi, eminim
Çocuklar öyle demiyor ama!
Çocuklar mı?
“ Evet ” dedi Taner, “ onlar sizin dışarı çıktığınızı ve geri döndüğünüzde de telaşlı olduğunuzu söylediler ”
Yaşlı kadın afalladı, bir an ne diyeceğini bilemedi.
Taner ısrarla devam etti: “ Neden inkar ediyorsunuz? ”
Yaşlı kadının: “be….ben, ben..” kekelemesinin ardından Taner: “ Evet, siz! ” deyince, Zehra hanım anlatmaya başladı:
“ Çocuklara masal anlatırken bir gürültü duydum, bahçeye çıkıp bakmak istedim. Etrafa bakınırken bir karaltı hızla yanımdan geçti, çok korkmuştum hemen içeri girdim. ”
Taner; “ Peki, böyle ise neden gizlediniz! ” dedi sertçe.
“ Açıkçası beni suçlamanızdan korktum. Sanırım bu davranışımla şüphe uyandırdım sizde ama inanın bana, duyduğum gürültüye bakmak için dışarı çıktım ve korktuğum için de hemen geri döndüm. ” diye açıkladı yaşlı kadın.
Taner’ in; “ Size inanmıyorum, bu olayın açığa çıkmasını istemiyordunuz, her şeyi bu yüzden yaptınız, odamdaki resimleri de siz aldınız! ” sözleri üzerine, yaşlı kadın ağlamaya başladı.
“ Hayır! hayır! ” dedi ağlayarak ve olabildiğince hızlı adımlarla yukarı doğru çıktı.
Genç adam, bu yaşlı kadına böyle davrandığı için çok üzülmüştü fakat onun yaptığına dair güçlü bir his vardı içinde. “ Yine de emin olmalıyım! ” diye geçirdi aklından ve ilk fırsatta Zehra hanımın odasına bakmaya karar verdi.
Bir akşam üzeri, yemek hazırlığı telaşı sırasında bu fırsatı yakaladı Taner. Yaşlı kadının odasına girdi. Her tarafa iyice göz attı, ne var ki resimleri bulamamıştı. Odadan çıkacağı sırada ayağı halıya takıldı ve düştü. Neye takıldığına bakmak istedi ve o sırada halının altında duran resimleri fark etti. Yaşlı kadın resimleri buraya saklamış olmalı diye düşündü, demek ki o yapmıştı, kendisinin buradan gitmesini isteyen kişi oydu. Kendi kendine “bingo” dedi ve resimleri aldığı gibi odadan çıktı.
Zehra hanımın son günlerde hiç keyfi yoktu, bunu herkes fark ediyordu. Taner de farkındaydı ama buna aldırış etmiyordu, onun gözünde bu yaşlı kadın bir suçluydu. Zehra hanım da onun böyle düşündüğünü hissediyor ve çok üzülüyordu.
O akşam üstü gazeteciye yaklaşıp “ Bak evladım, yanılıyorsun, ben neden sana zarar vermek isteyeyim ki? ” diye sormaktan kendini alamamıştı.
“ Susun lütfen! Beni hayal kırıklığına uğrattınız, sizi ilk gördüğüm zaman çok sevmiştim, sizi ve eşinizi tanımaktan dolayı çok ama çok mutlu olmuştum fakat siz bana yalan söylediniz! ” diye yanıtladı Taner.
“ Hayır, ben sandığınız gibi ne resimlerinizi çaldım ne de sizin odanıza taş attım! ” dedi yaşlı kadın. Taner’ in: “ Ya bu resimler! Onları sizin odanızda buldum! Buna ne dersiniz? ” sorusuna karşılık; “ İnan ben almadım ” diyebildi güçlükle Zehra Hanım. Konuşacak hali bile kalmamıştı, ağlamaya başladı. Bir anda herkes “ Neler oluyor? ” diye sormaya başladı. Gazeteci de: “ Zehra hanıma sorun, o anlatsın benim kafamı nasıl yardığını ” dedi ve odasına çıktı.
Tekrar aşağıya yemeğe indiğinde herkesin keyfinin kaçık olduğunu ve hiç kimsenin konuşmadığını fark etti. Yemek sırasında da sessizlik hakimdi, tek bir kelime bile etmeden sofradan kalkıldı.
Ertesi gün köylülerden biri geldi pansiyona. Turgut beyden gurbetteki oğluna mektup yazmasını istiyordu. Turgut bey, köylünün dediklerini aynen yazıyordu, köylünün şivesi bozuktu ve cahil olduğu her halinden belli oluyordu. Taner, Turgut beyin yanına gidip nasıl yazdığına bakmak istedi, yazıya baktığında beyninden vurulmuşa döndü. Kafasına taş atıldığı o gün geldi aklına. Taşın üzerinde sarılı olan kağıtta yazılı notu hatırladı, bu yazı o kağıttaki el yazısına çok benziyordu. Hemen odasına çıkıp kağıdı eline aldı inceledi, kesinlikle aynıydı. Bu iki ihtiyar beraberce mi yapmıştı bu işi? Kafası çok karışmıştı, bütün bunlar ne demekti, yaşlı kadın haklı olabilir miydi? Belki de eşi yapmıştı, halının altında resimleri bulması boşuna değildi, üstelik kadın yapmadığını söylüyordu. O sırada kapı çaldı, içeri yaşlı kadın girdi.
Zehra Hanım genç gazeteciye yaklaşarak;
Peki, size istediğinizi anlatacağım, bu kadınla ilgili ne öğrenmek istiyorsanız onu öğreneceksiniz!
Taner çok heyecanlanmıştı, yüzünde inanmakta zorlanır bir ifadeyle: “Gerçekten mi?” diye sordu. “ Evet ” dedi yaşlı kadın ve iskemleye oturdu. Taner, teybini aldı kayıt yapmak üzere, “ Evet, tamam, dinliyorum! Ne biliyorsunuz anlatın! ” dedi ve kayıt düğmesine bastı. Zehra hanım anlatmaya başladı:
“ Bundan on bir yıl önceydi, yani merak ettiğin kadın on yedi yaşındaydı. Bir delikanlıyı seviyordu fakat çocuk fakirdi, kızın ailesi bu delikanlıyla olmasına izin vermiyordu. Bunun üzerine iki aşık kaçtılar. Uzun bir süre beraber yaşadılar sonra bir gün kız çıkıp geldi. Kızın ailesi kızlarını kabul etti. Bir müddet sonra kızda fiziksel değişimler olmaya başladı, herkes anlamıştı, kız hamileydi.
Kendi gelişinden bir ay sonra sevgilisi de gelecekti, kadırgada buluşacaklarına söz vermişlerdi. Genç çocuk bir türlü gelmiyordu. Kızcağız karnındaki bebeğiyle güneş batana kadar bekliyordu. Bir gün gene kayalıkta beklerken delikanlının ölüm haberini aldı ve bu acıyla kendini kayalıktan aşağı attı. Yaşaması bir mucize idi ama bebeğini kaybetti. Sonra her gün, hiç gelmeyecek olan sevgilisini ve bebeğini bu kayalıkta beklemeye başladı. Sanırım, bir bunalım anında intihar edip de sevdiği erkekten olan son hatırayı yok ettiği için kendini affedemedi hiçbir zaman.”
diye bitirdi sözlerini yaşlı kadın.
Taner; “ Böyle derin derin suya bakması ve şarkı mırıldanması da bundanmış demek, ikisini de yanına çağırıyordu belki de…” diye geçirdi aklından.
Gazeteci bu acıklı hikaye karşısında çok kötü olmuş, etkilenmişti. Hiç böyle bir şey beklemiyordu, şaşırmıştı. Yaşlı kadına bunları nerden bildiğini sordu. Zehra hanım yanıtladı:
“ Çünkü, çünkü o delikanlının babası Turgut’ tu, eşim yani…”
Ve ekledi: “ Eşim her şeyi anlattı, hatta bir kısmına kendim şahit oldum ”.
Gazeteci oldukça şaşkındı, “ Turgut beyin oğluydu demek… ” sözcükleri döküldü ağzından. Bu sırada odanın kapısı çalındı, açtı Taner. Gelen Turgut beydi.
“ Her şeyi öğrendim ” dedi Taner, “ Söyleyin lütfen, neden gizlemek istediniz? ”
Yaşlı adam: “ Demek öğrendin, eşim daha fazla dayanamadı ha, evet gizledim, bunun o kadar çok sebebi var ki…” diye başladı anlatmaya. “… birincisi, bu olay oğlumu ve kapanmamış yaramı açıyordu, ikincisi ise; o kız yeterince acı çekmişti zaten, sen bu yazıyı yazdıktan sonra herkes onu rahatsız edecekti, o böyle mutlu, o kayalığa gittiği sürece yaşıyor. ”
“ Sizce bu yaşamak mı? ” diye sordu Taner.
“ Değil elbette, ama onu kimse vazgeçiremedi, o kız, yani Gül, oraya ait anlıyor musun? ” diye yanıtladı Turgut bey.
“ Anlıyorum ” dedi Taner.
“ Kusura bakma evlat! Seni korkutmak istedim ama kafanı yardım, bunu isteyerek yapmadım çok üzgünüm ” diye devam etti yaşlı adam, “ resimleri de ben aldım, bu resimlerle, bilgilerle haber yapacaksın diye engel olmak istedim, yanan bir baba yüreğini anla lütfen! ”
Yaşlı karı koca, bu konuşmanın ardından odadan çıktılar. Bir süre sonra Taner de çıktı odasından. Kadırgaya gitmeli ve Gül’le konuşmalıydı…
Gazeteci kadırgaya gittiğinde genç kadın ordaydı, orada kayalıkta oturuyordu yine, derin derin bakıyordu denize, mırıldanıyordu… Gazeteci:
“ Gül! ” diye seslendi, genç kadın baktı, Taner devam etti: “ korkma! biliyorum her şeyi, neden burada olduğunu, acını bütün yüreğimle paylaşıyorum. ”
Kadın derin ve kederli bakıyordu, saçları ve elbisesi rüzgârda uçuşuyordu, gözlerinden yaşlar akıyordu genç kadının, bir peri kızına benziyordu. Yanına biraz daha yaklaştı, şefkatli bir sesle sordu:
“ Suskun Gül! Acını daha ne kadar içine gömeceksin, bu suskunluk nereye kadar? ”
Genç kadın cevap vermedi.
“ Susma, suskun Gül, bu defa konuş! ” diye üsteledi Taner.
Gazeteci yaklaşmaya çalışınca, kadın yerinden kalktı. O zaman Taner geri çekildi, kadın tekrar kayaya oturdu. Genç adam da yakınına oturdu, kadın denize dalgın bakıp ağlarken Taner de ağlamaya başladı… Güneş batana kadar beraberce konuşmadan, sessizce ağladılar.
Delikanlı pansiyona dönerken düşünüyordu, bu genç kadın bu defa susmamış sorularına ağlayarak cevap vermişti, o sessizlikte ve gözyaşları arasında çok şey paylaşmışlardı…
Ayrılırken pansiyondaki herkesle vedalaştı, yaşlı çiftin gözleri dolmuştu. Yaşlı adam sıkı sıkı tembihlemişti haber yapmamasını, gazeteci de söz vermişti.
Gazeteye geldiğinde kendi sayfasına yazdığı tek satır şu olmuştu:
“ Hâlâ büyük sevgi yaşıyor, Leyla ile Mecnun ölmedi. Ve dünyanın pek çok yerinde kim bilir kaç suskun GÜL var… ”

Emel Baykara
3 Kasım 2004, 21:03
Reklam