Bir ŞIRFINTI YOLDA yürüyordu. Uzun, upuzun bir YOLDU. Elinde çantası, yüzünde gözyaşlarının dağıttığı makyaj, üzerinde vücudunun hatlarını gösteren bir elbise. Sanki biraz sonra ayaklarındaki yükü hafifletmek için ayakkabılarını çıkartıp eline alacak ve şuursuz bir şekilde yürümeye devam edecekti. İçinde biriktirdiği acıları, kinleri, öfkeleri vardı. Başını kaldırdığında gökyüzünde sayısız yıldızları gördü. Ne olurdu sanki o da bir yıldız olsaydı, ya da bu KENTİ saran o karanlık gökyüzü olsaydı. Değildi işte, değildi! Değersiz, hiçe sayılan, hor görülen bir kadındı, bir ŞIRFINTI!
KENT dar geliyordu, sanki üzerine doğru gelen sıkıştıran bir şeyler vardı. Kaçmak, kurtulmak istiyordu ama sıkıntı, yani o kocaman adam izin vermiyordu. İnsanlar sıra olmuş sanki etinden koparıyordu. Koruyordu kendisini ama küçük kedi yavrusu gibi, sokak kedisi gibi… Korkuyordu bu KENTİN odalarından, bu KENTİN çocuklarından. Başta kendisinden kaçmak istiyor, ne yapsa kendine yaranamıyordu. İlk önce kendini o hırpalıyordu, ilk vuranlardan biriydi. Kendisini belki de hiç kimsenin sevmediği kadar çok seviyordu. Göstermiyor, saklıyor belki de hiç kimseden esirgemediği kadar çok kendinden esirgiyordu sevgisini. Herkes bir tekme atarken, o en büyük tekmeyi kendisine atan biriydi. Kendine çelme takıp yere düşürdüğünde, aynı zamanda ilk ağlayanlardan oluyordu. Yetmezmiş gibi, yaralandığı için içlenip, kadersizim deyip ağlayan da oydu. Aradığı her neyse, bazen şarkılarda arardı; Çemberimde gül oya, gülmedim doya doya!
Mutlu insanları görünce sevinirdi sevinmesine ama en çok kendine kırılırdı. Bütün hırsı kendisineydi, en hoyrat kendisine, bedenine davranabilirdi. Öyle anlarda bile başkasına zarar vermek aklına gelmez, kimsenin canı yanmasın isterdi.
Şen şakraktı; eğlenir, gülerdi ama yüzündeki maskeyi çıkardığında görmek gerekirdi onu. Yüreğini incelemek gerekti; koftu, korkaktı, güçlü görünür, rolünü oynardı. SEFA sürer görünür ama en büyük cefayı da çekse gıkını çıkarmazdı. Bir bakmışınız, herkesle iyi geçinir, her şey yolundaymış gibi gözükürdü ama değildi, değildir oysaki. Mavi gözlerine baktığınızda iyice anlardınız her şeyin yolunda gitmediğini. O varlık içinde yokluğu yaşayan, bir garipti. Gözlerindeki hüzünde yakalardınız derin yaralarını, saklayamaz, ele verirdi…
Bir KÖPRÜ… Ara sokaktaydı, köy gibi yerde. İlişkilerinde hep bir KÖPRÜ görevi gördü. Son derece kibar, dikkatli ve özenliydi. Sevdiği insanları kırmaktan kaçınır, iyiliği ve güzelliği hep anlatmaya çalışırdı ama ne yaparsa yapsın hep kötü tanınır, sevilmezdi. Kimse hakkında konuşmazdı. Tutamaz konuşursa vicdan azabından ölürdü. Tu kaka ilân edilmişti zaten; ne yapsa öyle kalacaktı. Öyle kinleniyordu ki, kötü ruhlu insanların sevilmesine, değer verilmesine bile susuyordu. Biliyordu ki bir gün patlayacaktı; bekliyordu. Ölesiye patlamak istiyordu; tencerede patlayıp sağa sola kendini atan mısırlar gibi patlamak istiyordu. Bekliyordu, tek yapabildiğiydi beklemek.
YOL hiç bitmesin istedi, gitsin, aksın ve o yolda kaybolsun istedi. Saçlarını özellikle sarıya boyatmıştı. İhanetin rengi sanki sarıydı ama kime ve neye ihanet ettiğini bilmeden yaşıyordu. Bilmiyordu ki, en büyük ihaneti kendine yapıyordu; aslını inkâr ediyordu! Nereye giderse gitsin ruhundaki yaralar da onunla gelecekti. Kimsesiz, dımdızlak bırakılmış bir sokak kedisiydi o… Bu KENTİN odalarında dolaşan, kendine mesken edinemeyen, hatta kaybolan bir sokak kedisiydi o…
Bir ŞIRFINTI, bir YOLDA yürüyordu. Elinde çantası ve ayakkabısı vardı. Yüzünde, taktığı maskeden eser kalmamıştı. Kilit vurduğu yüreği bir çok suskunluğa sahipti…
Bir KENT, bir YOL, bir ŞIRFINTI, bir HAYAT, bir tükeniş…
Dün gece, bir sokak kedisi ölü bulundu. Kedi’ ye bir otomobilin çarpıp kaçtığı sanılıyor!…